◊ Birbirinden çok farklı iki ‘baba’ karakteriyle seyirci karşısına çıkıyorsunuz. Tesadüf müydü, yoksa bilinçli bir tercih mi bu?
– Oyuna filmden daha önce çalışmaya başladık. Çolpan İlhan&Sadri Alışık Tiyatrosu’yla çok başarılı bir oyun yapmıştık, “Dali’nin Kadınları” diye. Sonrasında pandemi oldu. Ardından büyük bir iş yapmak istediklerini söylediler. “Küheylan” olduğunu öğrenince atladım üzerine. Peter Shaffer çok önem verdiğim bir yazar. “Küheylan” da modern klasikler içinde çok özel bir yerde duruyor. Bu metnin içinde hangi rol olursa seve seve oynamaya hazırdım. Bu arada eşim Sevil Delin Nas, 90’lı yılların başında Oxford’da öğrenciyken üniversitenin tiyatro kulübüne katılmış, Peter Shaffer’la çalışma şansı yakalamış. Shaffer’ın üzerinde el yazısıyla değişiklikler yaptığı oyun kitabı, kütüphanemizin baş köşesindedir.
◊ Gerçek hayatta da babasınız değil mi?
– Evet, iki oğlum var. Baba olmadan önce oyundaki rolü oynasaydım, bu kadar derinliğine ulaşamazdım diye düşünüyorum.
◊ “Küheylan” kolay olmayan bir metin. Siz sanki “yeni başlayanlar için” bir “Küheylan” oyunu sergiliyorsunuz…
– “Yeni başlayanlar için Küheylan” lafını basitlik olarak algılamıyorum ben…
◊ Hayır, anlaşılır olmasını kastediyorum…
– Çok doğru. Hani bir laf vardır; “Çok karmaşık bir meseleyi çocuğa anlatacak şekilde özetleyemiyorsan, sen de anlamamışsındır demektir” diye. En temelden anlatabiliyorsak, o katmanlı metni, canlı kılmışız demektir.
TÜRKİYE’YE DE UYARLANABİLİR
◊ Siz baba karakteri Frank’i oynuyorsunuz, eşiniz Dora’yı Hatice Aslan, oğlunuz Alan’ı da Emir Özden canlandırıyor. Dora ve Frank birbirlerinden çok farklı. Bu çiftin çocuğu da suçluluk duygusuyla boğuşuyor…
– Bu birbirine zıt anne-babanın evinde bir çocuğun büyümesinin ve yaşanan iletişimsizliğin nelere yol açtığını görüyoruz. Yanlış olanı ifade etmekle ilgili bir sıkıntı da var evde. Birbirine karşı dürüst değil anneyle baba. Ve o kapalılığın nasıl kangrene dönüştüğünü görüyoruz. Psikiyatrist Martin Dysart’e açılıyorlar.
◊ Oyunda tüm karakterler kendileriyle yüzleşiyor aslında…
– Evet, terapist bile kendisiyle yüzleşiyor. O da ilişkisini sorgulamaya başlıyor. Bir yandan da pskiyatriyi ve psikolojiyi sorguluyor: “Delilik ve akıllılık nerede duruyor?” 70’lerde yazılmış bir oyun bu. İngiltere’nin küçük burjuvazisinin böyle soğuk ve iletişimsiz olmasının da eleştirisinde bulunuyor. Ama bence Türkiye’ye de uyarlanabilecek evrensel bir eser.
‘BEN OLDUM’ DEDİĞİN AN BİTMİŞSİN DEMEKTİR
◊ Siz aynı zamanda eğitmenlik yapıyorsunuz. Peki oyunculuk yaparken hâlâ kendinizi öğrenci gibi hissettiğiniz oluyor mu?
– Olmazsa ilerleme durur zaten. “Ben oldum” dediğin anda aslında bitmişsin demektir. Biz bunu ustalarımızdan öğrendik. Müşfik (Kenter) Hocam önümüzde bir örnekti. “Savunma”yı belki 300’üncü kez sahneleyecekti, her seferinde yine tekste çalışırdı. Bir bakardım önünde tuğla gibi tekst, ağzına kalemi almış bütün oyunu tekrar ediyor. Ustanın böyle hâlâ çırakmış gibi davrandığını görünce, başka türlü bir yolun olmadığını görüyorsun sen de.
◊ Öğretmenlik nasıl bir his? Sadri Alışık Kültür Merkezi’nde oyuncu adaylarına eğitim veriyorsunuz…
– Kendimi öğretmen gibi görmüyorum. Deneyimlerimi paylaşıyorum diyelim…“Dali’nin Kadınları” oyunu, Çolpan İlhan&Sadri Alışık Tiyatrosu’yla tanışmamı sağladı. O sırada “Sizin eğitmenlik geçmişiniz var, bizim de çok güzel bir eğitim kurumumuz var, ne dersiniz?” diye sordular. Orada genç kuşakla tekrar buluşma fırsatı buldum. Pandemi arasından sonra şimdi derslere tekrar başladım.
SENARYOYU GÖRMESEM ALİ RIZA BEY’İ OYNAMAYA ÇEKİNİRDİM
◊ Gelelim “Zübeyde, Analar ve Oğullar” filmine. Zübeyde Hanım’ın hayatını filme çekmek aslında hiç kolay değil, çünkü fazla kaynak yok değil mi?
– Evet, hiç değil. 40 yılı anlatılıyor. Kocaman bir epik hayat. Bir de tüm ulus için özel bir kişi ve aile, büyük sorumluluk gerektiriyor. Onun tabii sadeleştirilmesi ve bir film haline getirilmesi gerekiyor. Öbür türlü belgesel canlandırmasına dönme riski de var.
◊ İlk gala İzmir’de yapıldı. Ben de katıldım ve gördüğüm kadarıyla İzmirliler çok beğendi filmi.
– İzmir çok önemli Cumhuriyet’imiz açısından. Yapımcımız da Bergamalı olduğu için, çekimleri kadim şehir Bergama’da yaptık. Anadolulu Rumlardan kalan mahalle hâlâ korunuyor, otantik bazı küçük dokunuşlarla 1880’lerin Selanik’ine dönüştürüldü orası. İstanbul galası da öyle geçti, epey ara alkışlar aldık.
◊ Ali Rıza Bey’i oynamak sizi duygusal açıdan nasıl etkiledi?
– Senaryoyu görmesem çekinirdim Ali Rıza Bey’i oynamaya. Hakkında çok fazla belge ve bilgi yok. Ama senaryoyu gördüğüm için rahattım. Ali Rıza Bey’in olabildiğince sahici bir portresi çizilmişti. Aslında Mustafa Kemal Atatürk’ün yetişkinliğinin izdüşümünü görüyoruz bir baba figürü olarak Ali Rıza Bey’de.
BEN DE MÜBADİL BİR AİLENİN ÇOCUĞUYUM
◊ Bir hastalık meselesi de var filmde…
– Kuşpalazı. Literatürde difteri diye geçiyor. Selanik’i vuruyor hastalık. Küçük Mustafa çok ucuz atlatıyor. İki abisini salgından kaybedince, Mustafa’nın üzerine titriyorlar, dışarı çıkarmıyorlar. Mustafa’ya karantina uygulayarak hayatta kalmasını sağlıyorlar. Yani Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasını Zübeyde Hanım’la Ali Rıza Bey’in ona kol kanat germesine borçluyuz diyebiliriz. Onların oğullarına olan korumacılığı sayesinde Türkiye Cumhuriyeti kuruldu.
◊ Cumhuriyet’in 100’üncü yılına güzel bir armağan oldu bu film…
– Ben de öyle düşünüyorum. Bu filmin benim için başka önemli tarafları da var. Ben de mübadil bir ailenin çocuğuyum. Ailem Selanik göçmeni.
Devrim Nas, “Küheylan”da Kerem Alışık ile sahneye çıkıyor.
SAKİNLİĞİ TERCİH EDİYORUM
◊ En çok nerelerde vakit geçiriyorsunuz?
– Arnavutköy, Bebek tarafındaki sakin yerleri seviyorum. Eşimin aile tarafı Zekeriyaköy’de, orada orman kıyısındaki yaşantıyı da seviyorum.
◊ Sizi kalbinizden vuran kitapları sormak istiyorum bir de…
– Le Guin’in “Mülksüzler”ini söyleyebilirim en başta. Camus’nun “Veba”sı, Elias Canetti’nin “Körleşme”, Yaşar Kemal ‘İnce Mehmet’, George Orwell’1984’ ve Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar” kitaplarını da sayabilirim.
YENİ BİR DİZİ PROJESİ
◊ Son olarak yeni projeler var mı gündeminizde?
– Beni ulusal kanallardaki projelerimde seyredip oradan hatırlayanlar “Bir süredir televizyonda görmüyoruz sizi” diyorlar ama aslında var, dijital platformlarda işlerim var. Bu sezon yeni bir dizi de olabilir. Bakalım, bu işler hep kısmet, nasip…